Makaleler
Soru: Merhaba Murat Bey, sizi “En Son Babalar Duyar” dizisinin ‘başarılı senaristi’ olarak tanıyoruz. Ama bundan önce de başka yapımlarda imzanız var. Bunları “kigem.com” üyelerine, bizlere anımsatır mısınız?
En Son Babalar Duyar’dan önce Ayrılsak da Beraberiz’i yazıyordum. O dizi iki ayrı kanalda 600 küsür bölüm sürdü. Bunların yarısına yakınını yazmışımdır. Bu diziyi yazarken dünya senaryo yazma hız rekorunu kırmış olabileceğimi düşünüyorum. Çünkü bir ara haftada beş bölüm yayınlanıyordu ve dördünü ben yazıyordum. Saçların bir kısmı o zamanlar döküldü. Ayrılsak da Beraberiz’in yaz tatillerinde de skeçler yazıyorduk. En Son Babalar Duyar devam ederken KARIM ve ANNEM diye bir dizi yazdım. Bir de İKİ ARADA AŞK var. Çocuklar Duymasın ve Kadın İsterse’de de parmağım vardır. Ama onları yazışım birkaç bölümden ibaret.
Soru: Sizinle en az iki serüvenden söz edebiliriz sanıyorum. Birincisi ‘yazma’ serüveni ikincisi de film sektörüne girişiniz. Bütün bunlar hayatınızda nasıl gerçekleşti? Yani her ikisi de çocukluğunuzdan beri düşleriniz miydi, yoksa biraz da kendiliğinden mi gelişti?
Liseyi askeri okulda okudum. Etrafta bin tane kadar erkek ve sadece haftasonu terkedebildiğin taş duvarlar olunca teselliyi kalem kağıtta buldum. Liseden ayrılıp üniversiteye başladığımda sıkı bir günlük yazarı olmuştum. Tabi bunlar “sevgili günlük sabah kalktım kahvaltı ettim” tarzı yazılar değildi. Yaşadıklarımı hikayeleştiriyordum. Böyle böyle dört beş ajanda doldurmuşum. Ajandaları okuyanlar “yaa bu ajanda hafta sonu bende kalsın çok komikmiş” falan demeye başlayınca gaza geldim İstanbul’daki dergilere yazmaya başladım. O zamanlar Ankara’da yaşıyorum. Birkaç dergide birkaç yazı yayınlandı tabi ben iyice havaya girdim. Üniversitedeyken otellerde resepsiyonistlik yapıyordum. İşe gidip gelmeyi pek sevmiyordum. Hayatımı evde yazarak kazanmaya kafaya takmıştım. Tabi konu yazarak para kazanmak olunca dergiler bir amatör için çok da anlamlı bir hedef olmuyor. Bir gün TATLI KAÇIKLARI’ı seyrederken “ulan bunları da birileri yazıyor” aydınlanması oldu bende. Oturup bir hikaye uydurdum ve iki bölüm senaryo yazdım. Sonra bunları okutacak adam aramaya başladım. Üç beş farklı kişiden sonra CAN BARSLAN’la tanıştım. Bayağı bir umut verdi bana. Sonra bir gün Birol Güven Can Barslan’dan Ayrılsak da Beraberiz’i yazmasını rica etmiş. O da benim işim var ama Ankara’daki bir arkadaşı önerebilirim deyince benim şansım dönmüş oldu.
Soru: Bu başarı yolculuğunuzda zaman zaman aksiliklerle, zorluklarla karşılaşmış olmalısınız. Neydi bunlar ve nasıl üstesinden geldiniz?
En zoru o şansı yakalama süreci. İnsan yel değirmenleriyle savaştığı hissine kapılıyor. Üniversitede iktisat okudum. Senarist olmaya çalışırken adam gibi banka sınavlarına mı girsem diye düşünmedim değil . Hatta Ayrılsak da Beraberiz’i yazmaya başladığımda Şekerbank’ı kazandığımı öğrendim. Babamın “oğlum para kazanabilecek misin o işten gel gir şu bankaya” dediğini hatırlıyorum. Hayat beni sık sık böyle köşeye sıkıştırıp seçim yapmak zorunda bırakmıştır. Doğruyu seçimi yapmak için insanın biraz gözünüzü karartması gerekiyor. Bu durumlarda hep şunu hatırlarım. “Ayaklarından birini güvenli bir yerde tutma ihtiyacını duyan insanlar hiçbir zaman zıplayamazlar”. Askeri okuldan bu düşünceyle ayrılmıştım. Sanırım fena bir zıplama olmadı.
Haa tabi bir de işin kendi zorlukları var. Senaryo yazarlığı işe başladıktan sonra sık sık pes etme duygusuyla karşı karşıya kaldığınız bir meslek. Bir odada yalnızsınız ve boş sayfaları doldurmak zorundasınız. O boş sayfa ile başbaşa olmak dünyanın en berbat duygularından biri. Benim de çok bunaldığım zamanlar oldu. Ama zorluklarla inatlaşmak lazım. Yoksa napıcaksın ki. Pes etmek de ayrı bir zorluk.
Soru: Sinan Çetin yakın zamanda yayınlamış bir röportajında “Acı çekmeyen adamdan hiçbir şey olmaz.” diyor. Acıların duyguları derinleştirdiğine, bir şey yapma isteği uyandırdığına katılıyor musunuz?
Ona tam olarak acı mı demek lazım bilmiyorum ama zor durumlar insanı daha fazla düşünmek zorunda bırakıyor. Zor durumlarda kafanız daha hızlı ve işlek çalışmak zorunda kalıyor. Bu yüzden zorluklar içinde yaşayanlar bence hayatı daha iyi kavrıyorlar. Hayatı daha iyi kavramak da “adam olmak” için önemli bir gereklilik. Benim acılı bir hayatım olmadı ama genelde raptiye üstünde oturur gibi bir rahatsızlık vardı bende. Kalkmalıyım bu koltuktan diye düşünüyordum. Ailem varlıklı değildi, ben varlıklı değildim, önümdeki kariyer ihtimalleri beni fazla heyecanlandırmıyordu. Bir nevi çaresizlik içindeydim. Sinan Çetin neyi kastediyor bilmiyorum ama sıradan bir hayat benim için yeterince “acı”ydı.
Soru: Murat Aras’ın sadık kaldığı bir başarı formülü var mı? Yani şu temalara dikkat etmeliyim, karakterleri şöyle konuşturmalıyım diyor musunuz? Çünkü işiniz sadece yazmakla bitmiyor, bunu izleyiciyle buluşturuyorsunuz ve sonra sürekli denetleniyor, izleniyorsunuz.
Yoksa her şeyi gönlünüzden, aklınızdan geçtiği gibi mi koyuyorsunuz ortaya.
Televizyonda pek öyle gönlünüzden geçirdiğiniz gibi olmuyor işler. Biraz otokontrol gerektiren bir iş çünkü otokontrol yoksa başka kontrollere takılırsınız zaten. Karakterleri konuştururken tek kılavuzum gündelik hayat. Tabi hepimizin kullandığı ve anafikrimizi çok iyi ifade eden küfürler hariç. Konuşma dilimiz günlük hayattan. Yazdığımız konular da günlük hayattan.
Soru: Başarılı bir senaryo için kıstasınız var mı.? Kendinizde ya da bir başkasının çalışmasında özellikle şunlara şunlara dikkat ederim diyebilir misiniz?
Bu işlerde başarı daha çok kişi tarafından beğenilmekle aynı şey. Aslında bütün sanatların derdi bu. Ben de buna uğraşıyorum. Daha çok kişinin anlayacağı ve paylaşacağı şeyleri yazmak. Seyirciye ne yapması gerektiğini anlatmaya çalışmıyorum. Yani pek didaktik değilim. Ama insanın düştüğü zaafları, yaşadığı korkuları, gündelik kaygıları, hüzünleri, kazanma hırsını, beğenilme isteğini yani insana ait ne varsa bunları yazmaya çalışırım. Bence bütün başarılı filmler insanların içindeki bir iki duyguyu çok iyi titretir. StarWars gibi bilimkurgular bile böyle. İyi bir senaryoda öyle bir kahraman olmalı ki insanlar özdeşleşsin.
Soru: Kendinizi mesleğinizde geliştirirken bir ‘ustanız’, ya da ‘ustalarınız’ oldu mu? Yaşayan ya da yaşamayan, Türkiye’den ya da Dünya’dan yolunda ilerlemeye çalıştığınız kişiler var mı?
Tabi benim bir ustam oldu. Birol Güven. Elimde senaryoyla İstanbul’a gelmiştim ama film dünyasıyla ilgili pek de bir şey bilmiyordum. Bana televizyonun kurallarını öğreten o olmuştur. Motivasyonu yüksek bir adamdır. Kolay pes etmez, şikayet etmez, inatçıdır. Hala da birşeyler öğrenirim ondan. Dünyada yolundan ilerlemeye çalışdığım birilerini sayamam ama iş konusunda bir iki diziye gıpta ediyorum. Seinfeld gibi Everybody Loves Raymond gibi. Bunların arkasındaki beyinlerle tanışmak isterdim. Çünkü bakıyorum da benim yapmaya çalıştığım şeyi onlar çok çok iyi yapıyorlar.
Soru: Siz tek başınıza oturup bir roman yazmıyor ya da resim yapmıyorsunuz. Siz eserinizi, öykünüzü ortaya koyuyor ve yönetmenin, oyuncuların kucağına bırakıyorsunuz. Bu durumda sizin başarınız takımın diğer oyuncularına yansıyor, tabii tersi de geçerli. Bu birbirinizi denetlemek, yöneltmek ya da ‘bu çok iyi oldu’ deyip cesaretlendirmek gibi bir sorumluluk doğuruyor mu?
Tabi tabi… Bu iş tamamen bir takım işi. Ben sadece başlangıcım. Bazen senaryonun iyi olmadığı bölümler olur. Ya da iyi bir senaryonun pek de iyi çekilmediği bölümler. İki durumda da karşılıklı uyarılar ve tavsiyeler hemen gelir. Motivasyon her işte olduğu gibi bu işte de çok önemli. Sanatla uğraşanlar için takdir edilmek çok daha büyük bir ihtiyaç. Takdir ettiğin zaman hemen verim olarak karşılığını alırsın. İyi dizilerin setlerine bir bakın, hepsi müthiş motivedir. İyi ekiplerin ortak özelliği bu galiba.
Soru: Peki, Murat Aras’ın en keyif aldığı an, işin hangi kısmı diye sorsam ne dersiniz? Tasarlama anı mı, yazma süreci mi, yoksa çekim sonrasında filminizi izlerken mi?
Valla en acı kısmı tasarlamak. Bütün hikayeyi kafanızda görene kadar acı çekersiniz. Yazma kısmı da pek iç açıcı değildir. Her hafta yazmak zorunda olduğunuz için iç açıcı değildir. Ama senaryo bittiği anda, onu bir maile iliştirip yolladığınız anda bu işin en güzel anını yaşarsınız. Filmi seyretmekten bile keyiflidir o an. Çünkü kafa boşalır ve o boşluğa “bir işi daha halletmenin” keyfi dolar. Artık gidip hiç bir şey düşünmeden soğuk bir bira içebilirsiniz.
Soru: Çok eleştirir misiniz kendinizi? Ya da güvendiğiniz kişilere eleştirtir misiniz?
Eleştiririm elbet. Ama kendime karşı kibarımdır. Baktım kendime fazla yükleniyorum dururum. Çünkü özeleştiri dozu fazla ve olumsuzsa insan kendini düzeltme enerjisinden yemeye başlar. Buna da depresyon deniyor galiba. Eleştiriye açığımdır, mesela eşimin eleştirilerinden bayağı faydalandım bugüne kadar. Ama dışardan gelen eleştirilere de kurban gitmemek lazım. Fazla eleştiriye maruz kaldığınız zaman özgüven donananımlarınız zarar görmeye başlayabilir. Ne derler “herşey kararında olmalı”
Soru: Murat Aras’ın bundan sonrası için düşünceleri neler? Kendi yaşamınızla ilgili düşleriniz, hedefleriniz neler?
Beş altı yıldır televizyon dizileri yazıyorum. E bu da bir noktadan sonra sıkıyor tabi. Çünkü televizyon yazara her zaman hayatta söylemek istediği şeyleri söyleme fırsatı vermiyor. O yüzden nispeten daha özgür olan sinema alanında birşeyler yapmak istiyorum. Söyleyeceğim çok önemli şeyler olduğundan değil. Ama sinema yazmak istiyorum. Hatta yönetmek. Sinema ligi güzel bir lig. Beş altı sene içinde Türkiye’de şampiyonluğa oynayacağımı biliyorum. Sonra da sırada şampiyonlar ligi var.. Herkes gibi başarılı olmayı ben de seviyorum. Hayatta başarıları birbirinin ardına taka taka ilerlemek istiyorum. Tabi en önemli başarı mutlu ve keyifli olma başarısı.
Soru: Son olarak sizin gibi senaristliğe gönül verenlere neler önerirsiniz? Neler yapmalılar, ama özellikle de nelerden kaçınmalılar?
Senaristlik her gün giyinip süslenip kız istemeye gitmek gibidir. Kızı verirler sevinirsiniz ama yarın bir daha gidip istemek zorundasınızdır. Her senaryo yeni bir kendini ispatlama çabasıdır. Bu da gerçekten insanı yorar. Senarist olmak için ya iyi bir hayalgücüne ya da iyi bir hayat bilgisine ihtiyaç var. Bu işe hevesli arkadaşlarda bunlardan biri mutlaka vardır zaten. Gerisi boş sayfalarla başbaşa kalma becerisi. Yani sabır. Senaristliğe gönül verenler önce şunu düşünsünler. Ben uzun süre konsantre kalabilir miyim? Saatlerce konuşmadan oturabilir miyim? Bir hikayeyle günlerce hatta aylarca uğraşabilir miyim? Yani biraz kişilik meselesi. Mesela ben çok konuşan bir senarist görmedim. Belki bu bir tesadüftür. Derdini konuşarak anlatmayı tercih eden biri senaristliğe heves edebilir ama aslında o yazılarla fazla vakit kaybetmek isteyen biri değildir… Senaristlik kesinlikle bir özdisiplin işi. Her gün bir saat koşacağım diyen ama iki gün sonra üşendiği için koşmayı bırakan biri senarist olamaz. Ya da bir aylık diyetinin daha ilk akşamında kendini baklavayla ödüllendiren biri de senarist olamaz. Senaryo yazmak diyet yapmak gibidir. Belli bir süre sıkıcı da olsa bir işi yapmaya devam etme iradesi gerektirir. Dünyanın en iyi senaristleri, en yaşlı senaristleri, en çok senaryo yazanları bile her yeni senaryoda bu iradeye ihtiyaç duyarlar. Senarist olmak isteyen arkadaşlar her olaya her nesneye iki kere baksınlar… Çünkü hikaye ilk gördüğünüz şeyde değil ikinci gördüğünüzdedir. Sevgiler!
Bu keyifli sohbet için teşekkürler Murat bey.
Ekleyen:Kigem
