Birçok insanı etkisi altına alan yorgunluk ve tükenmişlik hissi birkaç yıl önce edebiyat eleştirmeni ve tıp tarihi uzmanı olan Anna Katharina Schaffner’ın da hayatını zorlaştırmaya başlamıştı. Schaffner, bu konuyu araştırmaya ve bir çözüm bulmaya karar verdi. İşte o araştırmanın tüm detayları ve daha fazlası…
Yorgunluk hissi neden bu kadar yaygın?
Anna Katharina Schaffner birkaç yıl önce yorgunluk
salgınının kurbanları arasına girmiş, yaptığı her şeyde bir “ağırlık
hissi” duymaya başlamıştı. En basit işler bile bütün enerjisini tüketiyor,
işine yoğunlaşması giderek zorlaşıyordu.
Bazıları bunu yaşadığımız çağa bağlıyordu. Bu doğru bir
gözlem mi, yoksa yorgunluk ve tükenmişlik hissi diğer hastalıklar gibi
hayatımızın belli dönemlerini etkileyen bir parçası mıydı?
İngiltere’deki Kent Üniversitesi’nde edebiyat eleştirmeni ve
tıp tarihi uzmanı olan Schaffner bu konuyu araştırmaya karar verdi. Bu
çalışmanın sonucunu “Yorgunluğun Tarihi” başlıklı bir kitapta
topladı.
Alman doktorları arasında yapılan bir araştırmada
doktorların yarısının yorgunluktan şikayet ettiğini, günün her saatinde bu
durumda olduklarını, işe gitme düşüncesinin bile kendilerini yorduğunu
gösterdi. Finlandiya’da yapılan bir araştırma ise kadın ve erkeklerin yorgunluk
karşısında farklı yöntemlere başvurduğunu, erkeklerin daha fazla hastalık izni
kullandığını ortaya koydu.
Almanya’da yayımlanan bir makalede ise yorgunluk depresyonun
“lüks versiyonu” olarak tanımlanıyordu. Depresyona olumsuz bir anlam
yüklendiği için o “başarısız insanların hastalığıydı”, iyi meslek
sahibi eğitimli insanlar ise yorgunluktan şikayet ediyordu.
Oysa Schaffner ikisinin farkı olduğunu söylüyor.
“Depresyonda özgüven kaybı, hatta kendinden nefret etme durumu söz konusu
olabilir; oysa yorgunluk ve tükenmişlik hissinde kişinin kendine bakışında
değişiklik olmaz” diyor.
Yorgunluk kronik yorgunluk sendromu ile de
karıştırılmamalıdır. Burada en az altı ay süren ve en küçük aktivitenin bile
büyük bir fiziksel ve ruhsal yorgunluğa yol açması durumu söz konusudur.
7/24 kültürü
Bazıları ise insan beyninin modern çalışma ortamıyla başa
çıkacak şekilde evrilmediğini iddia ediyor. Verimlilik artışı konusundaki
sürekli baskı ve kişinin işi yoluyla kendisini kanıtlama ihtiyacı işçileri
sürekli bir ‘savaş ya da sıvış’ durumuna sokuyor. İnsan evriminde tehlikeye
karşı geliştirilmiş olan bu durum stres hormonlarının artmasına neden oluyor.
Çoğu insan için baskı hissi sadece işle de sınırlı değil.
Büyük şehir yaşantısı, teknoloji cihazları ve ‘7/24’ kültürü dinlenmeyi
zorlaştırıyor. Bedensel ve ruhsal yenilenmenin mümkün olmadığı yerde de pilin
tükenmesi hali ortaya çıkıyor. En azından teori bu.
Fakat eski kayıtlara baktığında Schaffner aşırı yorgunluğun
sadece modern işyerlerine özgü bir sorun olmadığını, bu konudaki tartışmaların
Roma İmparatorluğu dönemine kadar uzadığını görüyor. Batı kültürüne
Hristiyanlık hakim olduğunda ise yorgunluk manevi bir zafiyet olarak görülüyor.
Modern tıbbın gelişmesiyle birlikte yorgunluk belirtilerine
‘nevrasteni’ ya da sinir zayıflığı tanısı konmaya başladı. Artık doktorlar
sinirlerin elektrik sinyalleri ilettiğini ve sinirleri zayıf olan kişilerin,
iyi izole edilmeyen bir kablo gibi enerjiyi dışarı yaydığına inanılıyordu.
Oscar Wilde, Charles Darwin, Thomas Mann ve Virginia Woolf gibi ünlülere de
nevrasteni teşhisi konmuştu. Doktorlar bunu sanayi devriminin neden olduğu
sosyal değişime bağlıyordu.
Ruhsal ve bedensel etkenler
Bugün bu terim sadece Japonya ve Çin’de kullanılıyor.
Bazıları depresyon yerine kullanılmasını eleştiriyor.
Öyle görünüyor ki yorgunluk sadece modern çağın sorunu
değil, tarih boyunca bu durumu yaşamış birçok insan var. Schaffner da
“Yorgunluk hep vardı” diyor, “değişen sadece nedenleri ve
etkileriydi”.
Aslında ‘enerjik’ olma hissini nereden aldığımızı ve
herhangi bir fiziksel zorlama olmadan birden nasıl tükendiğini, bunun bedensel
mi yoksa ruhsal mı olduğunu, toplumdan mı yoksa kendi davranışlarımızdan mı
kaynaklandığını hala bilmiyoruz.
Belki de bunların hepsi etkendir. Psikoloji – beden ilişkisi
duygularımızın ve inançlarımızın fiziksel sağlığımız üzerinde etkili olduğunu
gösteriyor. Örneğin duygusal sıkıntılar iltihap ve acıyı artırdığı gibi, bazı
durumlarda nöbete ve körlüğe neden olabiliyor.
“Bir hastalığın sadece fiziksel mi yoksa ruhsal mı
olduğunu söylemek gerçekten zor; zira çoğu zaman ikisi birden söz
konusudur” diyor Schaffner. Rahatsızlığın psikolojik olması onun uydurma
olduğu anlamına gelmez.
Sınırları belirlemek
Modern yaşamın yarattığı stresin etkilerini de kabul etmek
gerekir. Schaffner, herhangi bir işin sınırları belirlemediğinde çoğu insanın
kendisini fazla zorladığını ve “yeterince iyi olamama ya da beklentilere
cevap verememe kaygısı şeklinde ortaya çıktığını” ifade ediyor.
Eposta ve sosyal medyanın enerji tükettiğini belirterek
“Birçok bakımdan enerji tasarrufu sağlaması gereken teknoloji stres
kaynağı haline geliyor” diyor. Bugün ofisten çıktığımız anda işimiz bitmiş
olmuyor artık.
Tarih gösteriyor ki bu sorunun kolay bir çözümü bulunmuyor.
Eskiden yorgunluk teşhisi konan insanlara yatak istirahati veriliyordu. Bugün
duygusal tükenmişlik hissini gidermelerine ve yeniden enerji kazanma yollarını
bulmalarına yardımcı olmak için bilişsel davranış terapisi uygulanabiliyor.
“Bunun çaresi kişiden kişiye değişir. Neyin enerjinizi
tükettiğini, nelerin enerji verdiğini bilmeniz lazım” diyor Schaffner.
Bazıları yoğun spora, bazıları ise kitap okumaya başvurabilir. “Önemli
olan iş ile eğlence ve dinlenme arasına sınır koymaktır. Bunlar tehdit
altında.”
Yazar: David Robson
Kaynak: www.bbc.com